YAŞAM 

‘GELECEK GÜNLERİN ŞARABI’, O İLK ÜZÜM TANESİ VE GÜZ YAĞMURLARI

Bağlar bozum bozum şimdi, yağmurlar özüm özüm, şaraplar azım azım; bir güz senfonisi gibi sanki her şey…

Yer yer hüzün sağanağı, yer yer umut sığınağı; yer yer sevinç çığlığı, yer yer üzünç hıçkırığı

Kemanlar, viyolonseller, obualar, klarnetler, piyanolar, trompetler; konçerto konçerto iç çekişler, konçerto konçerto iç döküşler…

Fırtınalı denizde alabora olan bugünlerimiz; ama her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışan yarınlarımız

Şairin mısralarındaki “ıssız ormanı ruhumuzun”, sessiz günleri ahımızın ve acıyla yoğrulan hamuru uzvumuzun:

Ruhun ıssız ormanı/ geceye açılan kapı/ tozun rengini alır rüzgâr/ puhu kuşunun ötüşünde bile/ beklenmedik sözler ışıldar. // Anlamadığın dildeki fısıltı/ bir okşayış gibi sanki/ özlediğin yerden bir koku/ gelecek günlerin şarabı/ beklerken bağlarda.

* * *

Güz yağmurları başladı mı gerisi gelir; çözülür şairin dili, şiirin matemi ve süzülür mevsimin en uçsuz dehlizlerine.

Cümle olur, mısra olur ve yazılır parşömen parşömen; eylülde ve ekimde yazılamamış yazıların sızısı olur.

Eylülde ve ekimde yazılmayı bekleyen birkaç sözcük hatırlatıverir kendini usulca:

Islak bir türküyle dirildiğini unutma, eylül geliyor. İki kat hüzün çorabı ör sevdiğine, ilmeği sıkı tut.

Çatlayan nar mı eylül mü dudakların mı? Nar eylül değil, eylül dudakların değil, kim eylül çırağı ki…

Şimdi dudağının kenarında bir kumru üşür. Bak, canımın içi, bunun adıdır eylül.

Ey sevgili, üzgün olma. Sen de benim gibi güzgün ol.

Ekim mi? Ekimi kimin ‘im’ ettiği belli değil mi ki? Bak: Ekim – kim – im…

Ve şimdi kasım işte…

Ve şimdi güz yeli, yağmur yeli kalemimizdeki:

Yaşlanmış/ yağmur damlasının/ sesi bile. // Karlar düşer/ ben yürürüm/ bir başıma. // (…) // Güz yeli/ su sesiyle/ yontmakta taşı. // Üzerine bahar karı/ yağan şu kadın/ ne kadar da güzel. // (…) // Yürüyorum/ yürüdükçe yine/ güz yeli. // (…) // Düş diyarındaki kızı/ sırtında taşıyor/ bir kedi. // Çaresiz/ bendeniz/ yürüdükçe yürüyorum.

* * *

Şairin dediği gibi yapalım biz de, haydi.

Olmayan bahçelere dalalım” şimdi, “çoktan sökülüp atılmış ağaçtan” meyveler çalalım. “Denize doğru bağıralım” ve geriye çağıralım “kendi sesini çocukluğumuzun”…

Bizi “ruhumuzun ıssız ormanına” çağıran, “geçmişe açılan kapımızı” çalan şair gibi biz de “geçmiş günlerin şarabının” tadını o ilk üzüm tanesinden alalım:

Bir eski şarabı soğutup içmek/ yılları çekip çıkarır gibi içinden/ güneşin altında terleyen/ o ilk üzümü/ bulabilmek için yeniden.

Güz yağmurlarıyla dili çözülen şairin peşinden giderken yer yer sağanak yağışlı, yer yer sırılsıklam oluşumuz, kalemimiz, hislerimiz hep bir arada.

Ağrılı geçen günlerin ardı sıra, umudun tam ortasında ve yağan mevsim yağmurlarının altında.

Öylece, yapayalnız.

Şimdi yağmur yağıyor.

Yağmur içimizi yıkıyor:

Bardaktan boşanırcasına/ bir yağmur/ sahilde/ bardaktan boşanmasına/ ramak kalmış bir fırtına/ tarifsiz bir endişe/ sarsıyor bedenimi/ içimde bulutlar/ göktekilerden daha dolu.

* * *

Acıyla yoğrulan hamuru uzvumuzun, şimdi bağlar bozum bozum ve bir güz senfonisinin içinden geçerken konçerto konçerto yağan yağmurlar ağrılı günlerimizi unutturadursun.

Şimdi sahil kasabalarındaki bağ bozumu şenlikleri de bitti.

Yaz geçip gitti, şimdi de güz bitecek. Kış gelecek – ilk soğuğu çoktan geldi.

Ama bizim hem mevsimlere hem yağmurlara olan aşkımız yine hiç bitmeyecek:

Dur, uyuma/ dinleyelim/ yağmurun güzel ezgisini./ Sessiz alnını göğsüme daya./ İki çekiç gibi tenimi döven/ atışını duyayım şakaklarının/ o ılık, sevecen atışını. // Dur, uyuma/ ikimiz/ bir dünya olduk bu gece/ rüzgârdan ve yağmurdan arındık/ bir odanın sıcaklığında. // Dur, uyuma/ ikimiz/ derinlere inen bir köküz belki/ belki yeni bir soy fışkıracak o kökten/ ve bir filiz yeşerecek yarınlara.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar